Rasulullah'ın Ahlakı...
"Şüphesiz ki sen büyük bir ahlâka sahipsin." (Kalem 4)
1. "Nûn; kalem ve onunla yazılanlara andolsun ki,"
2."Ey Muhammed! Sen Rabbinin nimetine uğramış bir kimsesin, deli değilsin." Biliyoruz ki Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem risalet davasından önce Mekkeliler tarafından yörenin en iyi ve en faziletli insanı olarak kabul edilmekte ve herkesçe onun dürüstlüğüne ve ferasetine güven duyulmaktaydı. Ama Kur'an vahyolunmaya başlayınca aynı insanlar O'na deli, mecnun demeye başladılar.
Şu anlaşılıyor ki, aslında buna sebep Kur'an'dır. İşte bu yüzden Kur'an'ın bu gibi iddialar için yeterli bir reddiye olduğu buyrulmaktadır.
Burada dikkate değer bir husus da şudur; hitap Allah Rasûlü’ne olmakla beraber aslında kâfirlerin ithamlarına cevaplar verilmektedir. Yani bu âyet Rasulullah’a, onun deli olmadığına kendisini ikna etmek üzere gönderildiği zannedilmesin. Zaten Rasulullah'ın böyle bir şüphesi yoktur ki bunu izale etmek için âyet nazil olsun. Asıl gaye kâfirlere, Kur'an yüzünden Allah Rasûlü’ne mecnun dediklerini ve bu iftiraya en açık kati cevabın Kur'an'ın bizatihi kendisi olduğunu anlatmaktır.
3. “Doğrusu sana kesintisiz bir ecir vardır.”
1- Kesintisiz, sürekli bir ecir, sürekli bir ücret ve mükâfat. Peygamber sallallahu aleyhi ve selleme ve onun yolunun yolcularına sunulacak mükâfat kesintisiz, sürekli bir mükâfattır.
2- Başa kakıntısız, baş kakıntısı olmayan bir ecir, bir mükâfat demektir.
3- Gayr-i memnun ecir, yani memnuniyetin de ötesinde bir ecir, bir mükâfat demektir. “Tamam ya Rabbi! Yeter ya Rabbi! Daha istemem ya Rabbi!” demenin de ötesinde Rabbimizin vereceği bir mükâfattır.
4. “Şüphesiz sen büyük bir ahlâka sahipsin.”
Rasulullah Efendimize Rabbimizin izafe ettiği bu “Huluk-i Azîm” konusunda farlı şeyler söylenmiştir. Hz Ayşe annemizin ifade buyurduğu üzere: “Rasulullah Efendimizin ahlâkı Kur’an’dı.” Öyleyse bu Huluk-i Azîmin mânâsı Kur’andır. Çünkü Allah’ın Rasûlü, onu sadece insanlara tebliğ etmekle, sadece insanlara ulaştırmakla kalmamış, aynı zamanda onu bizzat kendisi yaşamıştır.
İbni Abbas efendimiz de bu huluk-i azîm konusunda “din” ifadesini kullanmaktadır. “Rasûlullah’ın ahlâkı diniydi, dinin ortaya koyduğu ahlâktı” der. Çünkü Rasûlullah’ı anlamak dini, Kur’an’ı anlamaktır; Kur’an’ı, dini anlamak da Rasûlullah’ı anlamaktır. Rasulullah anlaşılmadan dinin de, Kur’an’ın da anlaşılması mümkün olmadığı gibi, din ve Kur’an anlaşılmadan da Rasûlullah’ın anlaşılması mümkün değildir.
İşte bu Allah’ın nimetleriyle, Allah’ın vahyiyle beraber olmanın, vahiyle hareket etmenin tezahürü sadece ahirette değil, aynı zamanda bu dünyada da görülecektir. Yani ben vahyi tanıyorum, ben vahiyle beraberim, benim hareket noktam vahiydir diyenlerin hayatlarına, ahlâklarına bakacağız. Eğer gerçekten Kur’an ahlâkıyla ahlâklanmışlarsa, Kur’an ahlâkının eseri varsa üzerlerinde, “evet bu adam vahyi tanıyor, bu adam vahiyle hareket ediyor” diyeceğiz. Değilse yalancıdan başkası değildir o.
Kimileri de bu huluk-i azîme “kerîm, selim bir tabiat” demişlerdir. Veya azîm, önünde saygıyla eğilinen demektir. Herkesin önünde saygıyla eğildiği varlık demektir. Yani sev-sevme, kabul et-etme, iman et-inkâr et fark etmez ama o konu edildi mi, o gündeme geldi mi, onun karşısında oldu mu kişi, kesinlikle saygı duymak zorunda, onun hakkını teslim etmek zorundaysa işte buna azamet diyoruz.
Azîm, Allah’tır. Önünde herkesin saygıyla eğildiği varlık Allah’tır. Ama Rabbimizin izâfesiyle işte peygamberimizin de öyle yüce bir ahlâkı vardı ki, herkes, dost düşman onu kabul etmek zorundaydı. Onun içindir ki, bidayette emin demişlerdi Rasulullah Efendimize. Peki acaba Rasûlullah’ın bu durumu doğuştan mıydı? Yani bu ahlâk doğuştan mı geliyordu? Evet. Ama sadece yaratılıştan gelmekle sürdürülen bir özellik değildi bu. Allah vergisi bir potansiyel güçtü ve Rasulullah Efendimiz de bunu Allah’ın istediği biçimde geliştirmiş, şekillendirmişti ki, buna da Kur’an’ın edebi diyoruz. Kur’an edebi olarak sürdürülen bu ahlâka da İslam diyoruz.
Ahlak kelimesi hakkında âlimlerinizin görüşlerini de söyleyelim:
1) Abdullah b. Abbas, Mücahid, Suddi, Dahhak, İbn-i Zeyd, Rebi’ b. Enes ve Ebu Malik’e göre ahlâk “din” anlamındadır. Buna göre; “ey peygamberim, sen çok yüce bir din üzeresin” demek olacaktır mânâ.
2) Atıyye’ye göre “edep” anlamındadır. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyuruyor: “Ben ancak güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.” Ahmed b. Hanbel, Müsned: 2/38; Muvatta, Hüsnü’l-Hulk: 8) Bu cümlede iki anlam vardır. Birincisi; insanları hidayete götürebilmek için katlandığı bütün bu eziyetler yüksek bir ahlâk üzere olduğundandır. Aksi takdirde, zayıf ahlaklı olan bir insan bunlara tahammül edemez. İkincisi; Kur'an'ın yanında sırf senin bu yüksek ve temiz ahlakın, kâfirlerin sana delilik ithamlarında bulunmalarına karşı açık bir delilidir. Onların bu ithamları tamamen mesnetsiz bir yalandır, çünkü yüksek ahlak ve delilik bir arada bulunamaz. Deli, aklî dengesini kaybetmiş kimsedir. Öte yandan, bir kimsede bulunan yüksek ahlak, o kişinin sağlam bir akıl ve fıtrata sahip olduğunun ve zihni dengesinin gayet yerinde olduğunun delilidir. Rasûlullah’ın ahlakî meziyetlerinin Mekkeliler tarafından çok iyi bilindiği malum. Aslında buna işaret etmek yeter. Mekke'de bulunan her akıl sahibi insan Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem gibi yüksek ahlak sahibi bir kimseye mecnun demenin ne kadar hayâsızlık olduğunu düşünmek zorunda kalacaktır. Bu beyhude ithamlar en sonunda Rasulullah sallallahu aleyhi ve selleme değil bilakis kendilerine zarar verecektir.
Allah Rasulü’nün ahlakını en güzel şekilde Hz. Aişe'nin şu sözü tarif etmektedir. "Onun ahlakı Kur'an idi" ( Müslim, Müsafirin: 139)
Bunun anlamı şudur: Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem yalnızca Kur'anî talimatları insanlığa tebliğ etmekle kalmamış, o talimatları kendi zatında da tatbik ederek buna örnek olmuştur. Eğer Kur'an bir şeyin yapılması için emir vermişse onu ilk önce kendi nefsinde uygulamış ve eğer bir şeyden menetmişse gene en fazla kendisi o şeyden sakınmıştır. Kur'an'ın fazilet olarak saydığı sıfatlarla muttasıf, kötü saydığı sıfatlardan da kendini uzak tutan idi. Başka bir rivayette gene, Hz. Aişe şöyle anlatıyor:
"O hiçbir zaman kendi hizmetinde bulunan birisini dövmemiş, hiçbir zaman bir kadına el kaldırmamıştır. Allah için cihaddan başka hiçbir yerde hiçbir zaman kimseye eliyle dahi vurmamıştır. Kendisi için kimseden intikam almamıştır. Fakat eğer bir kimse Allah'ın koymuş olduğu hudutları aşmışsa o zaman sadece Allah'ın rızası için ondan intikam almıştır. İki yoldan kolay olanı seçmek onun sünnetiydi. Ne var ki, kolay olan günah ise müstesna, o zaman ondan en uzak kalan O olurdu." (Müsned-i Ahmed)
Hz. Enes radıyallahu anh diyor ki:
"Ben Allah Rasulü’nün on sene kadar hizmetinde bulundum. Hiçbir zaman öf dememiş, hiçbir zaman bana bunu niye yaptın, bunu niye yapmadın dememiştir." (Buhâri ve Müslim).
Peki, acaba Rasulullah Efendimize lütfedilen bu ahlâk bizde de var mı? Yani bize de veriliyor mu bu ahlâktan? Elbette bizde de vardır ama bizim sorumluluğumuz kadar. Yani yalan söylememeye, iffetli olmaya, namuslu olmaya, hakkı temsil edebilmeye, hak uğruna can verebilmeye, hakkı ikame edebilmeye, namaz kılabilmeye, oruç tutabilmeye, cihad edebilmeye bizler de hazır yaratılmışızdır. Bu potansiyel şüphesiz bizlerde de vardır. Ya da aksini söylersek, harama meyletmemeye, içkiye, zinaya, kumara, faize bulaşmamaya, şeytandan ya da Âdem’den yana olmaya, imandan ya da küfürden yana tercihte bulunmaya hazır yaratılmışızdır ama bu yaratılışımızı, bu fıtratımızı, bu karakterimizi Kur’an’a kanalize edebilirsek, İslâm’la şekillendirebilirsek, işte bu da bizim dinimiz olacaktır.